Çelişki Yumağı ve Kedi IV

           Çelişki yumağıyla oynayan bir kedi gördüm. Az yukarı sokakta. az dediğime bakma, bir cigara içimi yürüme mesafesi kadar uzak. Bilirsin hep hızlı içmişimdir cigaramı. Okulda öğretmen görmesin diye, evde anne baba. sokakta ise bakkal ismet. Çünkü tüm mahalle uyarmıştı bakkal ismeti. çocuklara cigara satılmayacak ve içen hemen ispiyonlanacaktı. Memleketten yeni gelmişti ismet ve işlerini yoluna sokmaya çalışıyordu. İki ineğini ve bir bostanını satıp gelmişti koca şehre. Tanıdığı yoktu ve sözünden çıkmak istemezdi kimsenin. Küçük aklımızla bakkaldan cigara çalma planları yapardık. Gözlemci olurdum hep. Komedi bu ya, ben mahallenin gözlük takan tek çocuğuydum. İyi göremezdim ama sadece bir kez yakalandık. O gün yağmur yağıyordu ve gözlüklerimin ıslanacağını hesaba katmamıştım. Şans bu ya babam çıkıverdi köşeden. Uzaktan bizi görmüş ama ben görememiştim. O gece sokaktaki bütün binalardan ağlayan çocuk sesleri yükselmişti. Yakalayan benim babam olunca en çok dayağıda ben yemiştim. Ertesi gün bakkal ismet hepimize çikolata ve şeker ısmarlamıştı. Nedenini anlayamadık önce. Epey zaman saf yada salak olduğunu düşündük. Yıllar sonra, ben üniversiteyi bitirip mahalleye döndüğüm gün bakkal ismete uğramıştım. Hem bir cigara almak hemde selam vermek için. Cigarayı istediğimde bana o günü anlattı ve bende ertesi gün yaptığı şeyi; Aklıma geldi, nedenini sormak istedim. Memlekette çocuğunu hastalıktan kaybetmiş zavallı. Bir iki sene sonrada kendisi öldü. Bak sen şu kedinin yaptığına bize neler anlattırdı böyle. 
           Bu arada mektuplarında oralardan hiç bahsetmiyorsun. Sadece geleceğin günü, birkaç selamı, herhangi birşey isteyip istemediğimi yazmışsın. Halbuki neler yaşadığını bilmek istiyorum. Herhangi bir gününü nasıl yaşadığını kimlerle selamlaştığını, her gün önünden geçtiğin ağaçların çiçek açıp açmadığını, geceleri böceklerin çıkardığı seslerin bizim buralardaki gibi olup olmadığını.. Yine de sana haksızlık etmeyeyim, sen hep böyleydin. Şöyle sabahı devirdiğimiz bir sohbetimiz olmadı hiç seninle.. Birkaç kişi ile bir araya geldiğimizde ise sadece dinleyen olurdun. İşe yarardın ama, çayları hep sen tazeler, birşey eksik oldu mu gece vakti açık bakkal arardın.. Öylece durmazdın yani.. Evet, öylece durmazdın.. Hatırlıyorum da, okulda sarışını dövenlerin kim olduğunu öğrendiğimizde daha ne yapacağımıza karar vermeden karşı fakülteye dalmış ve bir güzelde dayak yemiştin. Zor kurtarmıştık seni ve kendimizi.. Hala böylemisin bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa oda sana laf geçiremediğimiz.. Bazen kendimize de laf geçiremediğimiz oluyor elbet. Bunca zulüm, bunca kıyım, bunca haksızlık karşısında dil kuruyor, kalp sertleşiyor, kulaklar sağırlaşıyor. Nefret birikiyor içimizde.. Sevecek hiçbir şey bulamıyor insan. O içimizde ki eski defterler ise hiç silinmiyor, böyle zamanlarda ortaya çıkmak için bekliyor bir yerlerde.. Bunları yazdığım için eski hümanistliğimin depreştiğini, "düşmanını bile seveceksin ki kendisinden utansın" edebiyatını yapacağımı düşünme sakın.. Uzun zamandır "herkes hakettiğini yaşamalı" diye düşünüyorum. En yakınımdaki için bile bunu istiyorum. Herşeyi böyle sevmek çok daha güzel.. Herhangi birşeyi sahiplenmek zorunda kalmıyorsun. Böyle durumlarda ilk hali ile durmayı beceriyor eşya, insan, doğa.. 
            Bazen haberler de karşılaştığım bir hikayedir bu aslında. Ormanın derinlikerinde yeni yaşamlar keşfedildiğin de bilim insanları, meraklı siyasetçiler, paralı turistler oralara akın eder ve bu keşfedilen yaşamı tanımak isterler. Yaşanılan şeyin ne olduğunu anlayamazlar önce. Konuşmaya çalışırlar, anlaşamazlar. Dokunmaya çalışırlar, yaklaşamazlar. Kendilerinden bunca zaman ve yaşam farklılığına sahip olanlara karşı çıkılmaz bir istek başlar artık. Çünkü insan sahip olmadığına, olamadığına düşmandır. Modern dünya kendinde beliren travmayı atlamak zorunda olduğunu düşünür ve yeni yaşamı kendisine benzetmeye çabalar. Çünkü ancak o zaman onunla anlaşabileceğini, konuşabileceğini ve ona dokunabileceğini düşünür.. Gerçi sadece modern dünya deyip olayı klişeleştirmek doğru değil. Bu yazgıya insanın eline düşmüş ve elinden çıkmış olan dinler, toplumsal töreler, ahlak sınırlayıcıları da dahildir. Tüm çıkış noktaları evrensel duygularla kaplı olan ama tanımadığı bir varlık ile karşılaştığında yaşadığı travmayı atlatmak için onu kendisine benzetme çabasında olmayan bir şey yoktur sanırım. Aslında olmaması da en doğru sonuçtur. Bu travmanın tam karşılığı hiçbir şey olmamaktır.. 
              Bu durumun bir başka sonucu da vardır. Onu da Jean Baudrillard'ın Simulakrlar ve Simülasyon isimli kitabından alıntı ile yazmaya çalışacağım. Şöyle ki;
***
                Filipinler hükümeti, 1971 yılında sömürgeci, turist ve etnologların ulaşamayacakları bir bölgede yaşayan bir avuç Tasadaylı’nın ilkel yaşamlarına dönmesini sağlayan düzenlemeyi yaptığı gün etnoloji de paradoksal bir şekilde kendi ölüm fermanını imzalar gibi olmuştur. Sekiz yüzyılı aşan bir süreden bu yana diğer insanlarla kesinlikle herhangi bir ilişki kurmadan vahşi ormanın derinliklerinde yaşamış olan bu insanlar sonunda antropologların elinden kaçamayarak keşfedilmişlerdir. Ne varki Tasadyalılar’ı keşfeden antropologlar bu insanların kendileriyle ilişki kurar kurmaz, kapatılmış oldukları mezarlardan açık havaya çıkartılır çıkartılmaz toz haline gelen mumyalar örneği, yok olup gittiklerin görünce ormandaki yaşamlarına dönmelerini istemek zorunda kalacaklardır.
                Öyleyse etnolojinin yaşayabilmesi için nesnenin ölmesi gerekmektedir. “Keşfedilen” nesne ölerek, hem intikam almakta hem de kendini çözmeye çalışan bilime meydan okumaktadır.
                Bütün bilimlerde zaten kendi varlıklarını, kavradıklarını sandıkları nesnelerinin zaman içinde eriyip gitmesi gibi bir paradoks üzerine oturtmaya mahkum edilmemişler midir? Ölü nesne, gözünün yaşına hiç bakmadan bilimi ters yüz etmekte ve o ilk başlangıç noktasına geri göndermektedir. Tıpkı arkasına bakması yasaklanmış olan Orfeus’un dayanamayarak başını döndürmesi sonucunda sevgili karısı Eridikya’nın cehenneme geri gönderilmesi gibi.
                Böyle bir paradoks içine düşmek isteyen etnologlar ise Tasadyalılar’ı bir güvenlik çemberi içine alarak, aslında kendilerini kurtarmaya çalışmışlardır. Çünkü o andan itibaren Tasadyalılar’a dokunmak yasaklanmıştır. Keşfedilmemiş bir maden yatağının işletmeye açılmadan kapatılması gibi insanlar da ormanlarına kapatılmıştır. Bura da nesne kazanmış, bilim kaybetmiştir. Bilimin elinden kaçırdığı nesne, bu kez “bekaretini” koruyabilmiştir. Burada bir fedakarlıktan (bilim asla fedakarlık yapmaz, o her zaman için öldürücü bir özelliğe sahiptir) çok kendi gerçeklik ilkesini korumaya çalışan bilimin yaptığı bir fedakarlık simülasyonundan söz edilebilir. Dondurularak buzluğa yerleştirilen Tasadaylılar etnoloji için kusursuz bir bahane, sonsuza dek kendisinden yararlanılabilecek bir tür güvencedir. Bu noktada Jaulin, Castaneda, Clastres gibi insanlarla ortaya çıkan uçsuz bucaksız bir antietnoloji olayıyla karşılaşılmaktadır. Çünkü normal bir gelişme sürecini yaşayan bir bilim giderek nesnesinden uzaklaşmak ve sonunda ondan vazgeçmek durumundadır. Bu durumda bilimsel özerklik fantastik bir şeye dönüşmekte ve o saf, anlamsız biçimine kavuşmaktadır.
                Camdan, saydam bir sandukaya benzeyen vahşi orman adlı “ghettolarına” geri gönderilen yerliler, bu yüzden etnolojinin disiplini öncesinde yaşayan yerlilere özgü bir simülasyon modeline dönüşmektedirler.  Böylelikle kendi amaçlarını aşıp geçen etnoloji, tamamen kendisi tarafından yeniden yaratılmış/üretilmiş “yerlilere” ait “ham” gerçeklik içindeki yerini alabilecektir. Yani vahşiler, vahşiliklerini bile etnolojiye borçlu olacaklardır! Ne büyük marifet! Kendini vahşileri yok etmeye adamış görünen bir bilim için ne büyük zafer!
                Öte yandan bu dondurulan ve sterilize edilerek öldüresiye denilebilecek katı önlemlerle koruma altına alınan ve babası öldükten sonra doğan çocuğa benzeyen vahşilerin bir gönderen sistemleri simulakrına, biliminse saf bir simülasyona dönüşmüş olduğu söylenebilir. Benzer bir olayla Fransa’nın Creusot bölgesinde karşılaşılmıştır. Tarihin belli bir döneminde ortaya çıkarak bu döneme tanıklık eden işçi mahalleleri, faaliyet halindeki sanayi kuruluşları, erkeği, kadını ve çocuğuyla bütün bir kültür canlı canlı bir tür açık hava müzesine dönüştürülmüş gibidir. Bu insanların davranışları, konuşma biçimleri ve alışkanlıkları belgesel bir film çekiminde olduğu gibi cannlı canlı fosilleştirilmiştir. Sınırlı bir alan üzerine inşa edilmesi müze ortadan kalkmış ve her yer müzeye dönüştürülerek yaşamın bir parçası haline getirilmiştir. Keza etnoloji de sınırlı bir nesnel bilim dalı olmak yerine nesnesini özgür bırakıp, canlı olan herşeyi kapsayarak simulakrlara özgü, heryerde hazır ve nazır, görünmez bir dördüncü boyuta dönüşmektedir. Artık hepimiz birer Tasadaylı, bir başka deyişle o ilk görünümlerine ancak etnolojinin tezgahından geçtikten sonra kavuşan –evren-sel bir etnolojik gerçekliğin varlığını nihayet ifşa eden yerlilere benziyoruz.
***
      Demem o ki, her iki sonucunda da insana kalan insanlıktan çıkmaktır.. Öyle ise herkesi olduğu gibi kabullenmek ve hak ettiğini elde ettiğini ve onu yaşamasını izlemek sevilmesi gereken şeydir benim için.. Bir sonra ki mektubunda bana neler istediğimi değil, neler yaşadığını anlat.. 

yakup
            
            
       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder